Bu geziye çıkışım çok ters bir tarihe gelmişti, bir gece önce oğlum evleniyordu ve düğünü vardı, ertesi gün ( 08/08/2009) ise saat 13:30 da Rize’ye otobüsüm kalkıyordu. Gidip gitmemekte çok kararsızdım, ertesi gün ben evden çıkıp gidecektim, Pazar günü de oğlum balayına gidecekti. Eşim evde yapayalnız kalacaktı. Ancak 7. Kaçkar Kültür ve Sanat Festivaline üyesi olduğum fotoğraf kulübü katılıyordu ve çadırlı kamptı bir daha olur mu olmaz mı belli olmadığı için gitmeye karar verdim.
Bu tip uzun yolculuklara günler önce kendimi psikolojik ve biyolojik olarak hazırlarım. Böyle olunca İzmir-Rize arası 24 saatlik otobüs yolculuğu beni pek etkilemedi ve yolculuğu da zevkle yaptım.
Saat 13.30 da başlayan yolculuğum esnasında Turgutlu’ya kadar yan koltuğum boş gittim. Orada yanıma acemi komanda eğitimini bitirmiş asker bir delikanlı geldi oturdu. Zaman zaman sohbet ettik, bazen kitap okudum, bazen de mp3 çalar dinleyerek yolculuğa devam ediyordum. Sabaha karşı Samsun’a vardık. Bundan sonra yol devamlı Karadeniz sahil şeridini takip ettiğinden ve Karadeniz Bölgesine has dağınık yerleşim sistemi hakim olduğu için sanki devamlı şehir içinde yolculuk yapıyorduk, etrafta sürekli mahalleler, insanlar vardı. Sahil yoluna girer girmez Karadeniz iklimi kendini göstermeye başladı. Bölgesel sağanak yağış ve fırtına Rize’ye kadar peşimizi bırakmayacaktı. Rize’ye 09/08/2009 Pazar günü saat 12:00 de vardığımızda yağış dinmişti.
Rize ‘den beni Ayder’e götürecek olan dolmuşların duraklarını aramaya başladım. Dolmuş önce Pazar, daha sonra Ardeşen ilçelerine uğrayacak, Çamlıhemşin yolcularını da indirdikten sonra son olarak Ayder’e beni bırakacaktı. Bu tahminen 82 km lik bir yolculuk demekti. Dolmuşta Ankara’da doktora ve master öğrencisi olan bir çift vardı, onlar da Kaçkarlar’da çadırlı kamp yapmak için yola çıkmışlardı. Kelebek fotoğrafı çekmek hobileri olduğundan dağ bayır dolaşacakları için Çamlıhemşin’den yemeklik erzak alacaklardı.
Dolmuş Ayder’e geldiğinde etrafta müthiş bir sis vardı ve meşhur Karadeniz yağmuru yine başlamıştı. Benim üstümde pamuklu bir pantolon ve tişört vardı, yüküm ise oldukça fazlaydı; çanta, fotoğraf makinesi çantası, uyku tulumu, mat ve çadır. Bu durumda bana rezervasyon yapılan Fora pansiyonu aramaya başladım. Bir bilene sorduğumda dolmuşun beni çok ilerde bıraktığını, geri dönüp yürümem gerektiğini öğrendim. Çamlıhemşin’de pansiyonlar hep yamaçlarda ve yolları da keçi yolu gibi daracık bir patikadan ibaret, yollar da labirent gibi otların arasından gözükmüyor. Neyse güç bela sırılsıklam bir vaziyette pansiyonu bulduğumda, pansiyon sahibi “Rezervasyon yerimin değiştiğini Liligum Pansiyona gitmem gerektiğini” söyleyince kafamdan aşağı kaynar sular döküldü. Ne olursa olsun biraz soluklanacak sırılsıklam olan ayakkabılarımı, çoraplarımı ve tişörtümü değiştirmeye kararlıydım. Pansiyonun lobisinde çantadan trekking ayakkabılarımı, çorap ve yeni bir tişört bulup oracıkta üstümü değiştim. Pansiyon sahibi kışın İzmir’de oturduğu için hemşeri sayılırdık, bu nedenle beni Liligum pansiyona götürdü içeri girdiğimde lobide gürül gürül soba yanıyor, pansiyon sakinleri de etrafında oturmuş sohbet ediyorlardı. Gezinin İzmir’den katılan diğer üyeleri ile burada buluşacaktım. Onlar bir gün önceden geldikleri için Yukarı Kavron yolunda trekkinge gitmişlerdi. Akşam saat 18:30 civarında yorgun bir şekilde pansiyona geldiler. Yıkanıp üstlerini değiştikten sonra akşam yemeği için dışarı çıktık. Amacımız yöresel yemek pişiren bir lokanta bulmaktı, maalesef başarılı olamadık yine kızartma meze türü yemeklerle yetinmek zorunda kaldık. Yemekten sonra odalarımıza çekildik ertesi günü başlayacak kamp için kuvvet toplamaya başladık.
Pazartesi günü ( 10/08/2009) 14 kişilik bir minibüsle kamp alanına doğru yola çıktık. Güzergahımız; Çamlıhemşin, Zilkale, Çat, Elevit, Trovit, Polovit ve Amlakit di daha sonra Kotençur yaylasına yürüyerek gidilecekti. Yol takriben 60-70 km idi ama dağ yolu olması ve dar oluşu nedeniyle zaman olarak aşağı yukarı 5-6 saati buluyordu. Biraz uzun ama manzaralardan nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Elevit’e geldiğimizde öğle yemeği molası verdik daha sonra yolumuz Trovit’den geçip dağlara doğru tırmanmaya başladı. Aşıt bölgesine geldiğinde artık en tepeye ulaşmıştık. Burada fotoğraf molası verdik. Bulutlar zaman zaman hizamızda bazen de aşağımızda kalıyordu. Saat 17:00 civarında araçla ulaşılabilecek son nokta olan Amlakit yaylasına geldik. Burada rakım 1800m idi, kamp kuracağımız yer olan Kotançur yaylası ise 2700m rakımdaydı bu da 900m daha yürüyerek tırmanmak demekti. Yol çok dik olduğundan zigzag şeklinde tırmanış rotası izleyecektik ki bu da yaklaşık 1 saatlik yürüyüş demekti. Sis yine çökmüştü ve hafiften de yağmur başlamıştı. Eşyalarımızı katırlara yüklenmek üzere Amlakit’de bırakıp sadece fotoğraf makinelerimizi alıp tırmanışa geçtik yüksek irtifadan dolayı çok çabuk nefes nefese kaldığımızdan ağır ilerliyorduk. Bu arada arazi çalılık olduğundan belimizden aşağı sırılsıklam olmuş, ayakkabıların içine dahi su girmişti. Bu gibi durumlarda usta trekkingçiler dizlerinden altına tozluk takıyorlar bu da ayakkabı içine su girmesini kısmen önlüyor. Ben de ise tişört, yağmurluk ve bilekliksiz trekking ayakkabıları vardı. Bu tip gezilere mutlaka bileklikli trekking botları ile çıkmanın gerektiğini tecrübeyle öğrendim. Saat 18:30 civarında nihayet kamp yerine ulaşmıştık. Burada sis ve yağmur biraz daha yoğundu. Saat 19.30 da nihayet benim eşyalar da katırla geldi. Tecrübeli arkadaşlar çadırı kurdu ve yerleştim. İlk akşam çok yorulduğumuzdan ve üşüdüğümüzden herkes erkenden çadırına çekildi. Ben de saat 20:30 da uyku tulumu içindeydim. Uyku tulumu içine girer girmez kar başlığı almamakla çok büyük hata ettiğimi anladım. Uyku tulumunda vücut ısınıyor ama baş dışarıda kaldığı için başınız çok üşüyor ve en büyük ısı kaybı da baştan oluyor. Başımı uyku tulumu içine soktuğunda ise tulum içine nefes verdiğim için anında nem yapıyor bu sefer vücut da üşümeye başlıyor. Bu nedenle ilk gece benim için çok uzun oldu.
Salı günü ( 11/08/2009) sabah saat 5:00de kendimi çadırdan dışarı attım. Hava parçalı bulutlu idi ama açacak gibi değildi gerçekten de 8:00 de tekrar sis bastırdı ve arkasından yağmur geldi. Bazı arkadaşların saatlerindeki barometreden takip ettiğimize göre basınç 1-2 mm daha düşmüş ve çakılı kalmıştı bu da hava açmayacak demekti. O gün tamamen beklemek ve soba başında çorap ve ayakkabı kurutmakla geçti. Moral veren en güzel şey ise yemeklerin güzel ve bol oluşuydu. Kampı kuran Mehmet bey tam tipik Karadenizli, şivesi çok değişik, eşi ve kendisi kampı kurmuşlar ve misafir ağırlamayı çok seviyorlar. Yemekleri eşi Kader Hanım kampta yapıyor! Yine akşam oluyordu ve başım için bir çözüm bulmalıydım. Kader hanımdan yardım istedim. O bana bir polar kazak verdi. Ben de gece onu başıma sarıp kolları ile poşu gibi bağlayıp yattım. Ohh nihayet kafam ısınmıştı o geceyi rahat bir uyku çekerek geçirdim. Çadırda yatarken en önemli şey uyku tulumunun matın üzerinden kaymaması aksi takdirde sert zemini ve taşları hissediyorsunuz ve zeminden soğuk alıyorsunuz. Ancak gecenin bir yarısında tuvalet ihtiyacım gelmişti. Tuvaletler ise kampın biraz ilersinde kurulmuş tam sahra tuvaletleriydi. Gece karanlıkta gitmede yol bulmada kafa lambası çok işe yaradı ama uyku tulumundan çıkıp, giyinmek, işin en zor yanı. Millet tuvalete çıkmamak için mümkün oldukça az yiyip içiyordu! ancak bu benim için sorun değildi her şey için kendimi hazırlamıştım.
Çarşamba günü ( 12/08/2009) hava yine açmayınca İzmir’den gelen bizim gurup Amlakit’e inmeye karar verdik. Sabah 9:30 da kampı terk edip inişe başladık ancak bu sefer katırlar yoktu, tüm eşyalarımızı kendimiz taşıyorduk. Saat 11:00 gibi Amlakit’de Ufuk pansiyona geldik. Burada odalarımız belirlendi ve eşyalarımızı yerleştirdik. İniş nedeniyle yine ayakkabılar ve çoraplarımız sırılsıklam olmuştu. Soyunduk ayakkabıları ve çorapları sobanın etrafına koyup kurumaya bıraktık. Biraz sonra tüm kamp Ufuk pansiyona akın etti. Pansiyon sahibi Ufuk Hanım yemeğin öğlene yetişmeyeceğini anlayınca imdadına eşi yetişti ve herkese sandviç yapmaya başladı.
Yemekten sonra hava hala sisli ve yağışlı olması nedeniyle kapalı mekân çekimleri yapmak için Amlakit içinde dolaşmaya başladık. Kahvelere girdik, bazı evlerde yaşlı nineler bize süt ikram etti, hoşbeş sohbetten sonra onların portre fotoğraflarını çektim. Pansiyona döndüğümde ayakkabılar ve çoraplar tekrar sırılsıklam olmuştu, tekrar çıkarıp kuruttum tabii ki.
Akşam olduğunda kahvede Horon gösterisi vardı çok kalabalık olacağı ve uygun fotoğraf çekemeyeceğimiz için gitmedik ama hanımlar ve çocuklar seyretmek için gitti. Bizler pansiyonda oturup çilingir sofrasında muhabbete eşlik ettik. Saat 23.30 civarında odalarımıza çekildik. Gecenin ilerleyen saatlerinde kafalar da iyi olunca Karadenizli dostlarımız silahları çıkarıp bir atışa başladılar ki sormayın gitsin sanki savaş çıktı. Biz sıktıkça başka yerlerden de bize cevap olarak yine silah atılıyordu. Silah seslerinden epey bir vakit uyuyamadık.
Perşembe günü (13/08/2009) sabah olduğunda hava açmıştı her taraf pırıl pırıldı ve tüm çiçekler açmış, böcekler, kelebekler yuvalarından çıkmıştı. Herkes harıl harıl kelebek ve çiçek fotoğrafı çekmeye başladı. Saat 10:30 da ise bizi alacak olan minibüsü beklemekten vazgeçip yürümeye karar verdik. Nasıl olsa yolda karşılaşacaktık. Ancak eşyalarımızı belli bir noktaya kadar taşıyacak, orada bırakıp yürümeye devam edecektik. Eşyaları bırakacağımız noktaya kadar götürmek bizi epey zorladı. Bir daha böyle bir geziye katılacaksam mutlaka sırt çantası alacağım. Eşyaları bıraktığımız noktada bir kısım arkadaşlar oturup minibüsü beklemeye karar verdi. Ben, rehber arkadaş ve Edremit’ten katılan doktor arkadaş ve eşi ve iki bayan daha yürümeye karar verdik ve yavaş yavaş Polovit’e doğru tırmanmaya başladık. Yaklaşık 3 saatlik bir yürüyüşten sonra Polovit’i geçip neredeyse aşıta yaklaşıyorduk ki minibüs bizi yakaladı. Minibüse binerek Trovit’in üst yamaçlarına ulaştık. İşte burada manzara harikaydı sıcacık Güneş doğada bir renk cümbüşüne neden olmuştu. Bütün kır çiçekleri açmıştı ve binbir çeşit kelebek uçuşuyordu. Fotoğraflar çektikten sonra yolumuza devam edip akşam üstü 17:00 civarında Ayder’deki Liligum pansiyona ulaştık.
Cuma günü (14/08/2009) bir gurup arkadaş Trabzon’a gidip Sümela Manastırını görmek için pansiyondan ayrıldı. Ben dönüş biletini Cumartesiye aldığım için bir gün daha kalacaktım. O gün dolmuşa binip Yukarı Kavron Yaylasına gittim. Yol orman içinden geçiyordu ve yol kıyısında harika mantarlar gözüme çarptı, mutlaka bunların fotoğrafını çekmeliydim. Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra Yukarı Kavron’a vardık ilk dakikalarda hava açıktı bir iki yüksek dağ fotoğrafı çektim daha sonra etrafı hızla sis kapladı ve doğa fotoğrafı çekme imkanı kalmadı, yine iç mekan ve insan fotoğrafı çekecektim. Yayla evleri arasında dolaşarak 4-5 adet güzel portre fotoğrafı çektim. Çekim işi bittikten sonra bir kahveye girip çay söyledim etrafı izlemeye başladım. Bir ara bir grup bayan horon oynamaya başladı onları fotoğrafladım. Daha sonra dolmuş hareket saati gelince dolmuşa binip aşağı inmeye başladım. Orman başlangıcına gelince dolmuştan inip yürümeye başladım. Ayder’e 10 km yol vardı ki bu mesafe de iki saatte rahat yürünürdü. Yolda muhteşem doğa vardı, gürül gürül akan bir nehir, yoğun bitki örtüsüyle bakir bir orman ve sessizlik… Ancak belli bir irtifadan sonra kampingçiler başlıyor ve sık olarak yürüyüş yapanlarla karşılaşıyorsunuz. Orman başlangıcında fauna hakkında bilgi veren levhada kurt ve boz ayı yaşam bölgesi diyordu ama piknikçilerden hayvanlar herhalde illallah etmiştir! Akşam pansiyona geldiğimde ertesi günkü dönüş yolculuğu için eşyalarımı topladım.
Cumartesi günü (15/08/2009) saat 5:30 da kalktım kahvaltı ettikten sonra saat 7:00 dolmuşu ile Rize’ye hareket ettim. Saat 8:30 da Rize ye ulaştıktan sonra garajda bir buçuk saat oyalandım. İzmir otobüsü saat 10:00 da hareket etti. Bu yöreye çalışan otobüslerin tek kusuru her ilçe ve şehir garajına giriyorlar ve yoldan da yolcu alıyorlar, bu nedenle 4 saatte gidilebilecek Rize-Samsun arası yedi saatte alınıyor. Neyse benim için önemli değildi, muhteşem yerler görmüş, harika fotoğraflar çekmiştim.
Pazar günü ( 16/08/2009) saat 11:00 de evimdeydim.
Işık Tansal